Dünyada ve Türkiye'de Nöralterapinin Gelişimsel Tarihçesi-Etki Mekanizmaları Endikasyonları, Kontrendikasyonları ve Uygulama Alanları Nelerdir?
Görüntüle
DEPREM VE ONUNLA BAĞLANTILI TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU (TSSB)’NA REGÜLASYON TIBBI VE NÖRALTERAPİ YAKLAŞIMI
06 Şubat 2023 Tarihinde Türkiye’de Yaşanan Deprem ve Onunla Bağlantılı Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)’na Regülasyon Tıbbı ve Nöralterapi Yaklaşımı
Neslihan Özkan1,3, Demet Erdoğan2,3, Hüseyin Nazlikul3,4,5
1 Serbest Hekim, Bursa, Türkiye
2 Serbest Hekim, İstanbul, Türkiye
3 Bilimsel Nöralterapi ve Regülasyon Derneği, İstanbul, Türkiye
4 Naturel Sağlık - Doğal Sağlık Merkezi, İstanbul, Türkiye
5 Internatinal Federation Medical Associations of Neuraltherapy, Meiringen, Switzerland
Türkiye, dünya üzerinde deprem riski yüksek olan ülkeler arasında yer almaktadır. Son zamanlarda ülkemizde yaşanan depremler, özellikle Kahramanmaraş Pazarcık Elbistan merkezli gerçekleşen büyük depremler, birçok insanın hayatını kaybetmesine ve birçok insanın da travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi psikolojik sorunlar yaşamasına neden olmuştur.
Travma sonrası stres bozukluğu, yaşanan bir travmanın ardından kişinin uzun süreli stres, kaygı, korku, üzüntü ve diğer belirtiler yaşamasıdır. Deprem sonrası TSSB, depremin etkisi altında kalan kişilerin birçoğunda görülebilen bir durumdur.
Deprem sonrası TSSB belirtileri, depremi yaşayan kişilerde farklı şekillerde görülebilir. Bazı insanlar acil durumlarla ilgili kaygı, öfke, üzüntü ve depresyon yaşayabilirler. Diğerleri ise olayın şokunu yaşarlar ve olayı yeniden yaşamak gibi travmatik deneyimleri hatırlamaktan kaçınırken anksiyete, konsantrasyon bozukluğu, uyku problemleri yaşayabilirler.
Bireyin, kendisinin veya başkalarının, ölüm, ciddi yaralanma veya cinsel saldırı gibi fiziksel bütünlüğüne tehdit oluşturan olayları yaşaması ve/veya bunlara tanık olması durumuna travma adı verilmektedir. Kişinin baş edebileceğinin çok üzerindeki bir şiddette ve yoğunlukta yaşadığı, sınırlarının zorlandığı, korku ve çaresizlik yaşatan durumlar psikolojik travma olarak kabul edilmektedir. Pek çok insan hayatının çeşitli dönemlerinde korku, üzüntü, gerginlik, kaygı, çaresizlik, öfke gibi duyguları hissetmesine neden olan birçok olayla defalarca kez karşılaşabilir. Ancak bunların çok az bir kısmı gerçekten travma niteliği taşımaktadır.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), ağır bir psikolojik travma sonrasında ortaya çıkan, travmatik olayın tekrar tekrar yaşanması, olayı hatırlatan uyaranlardan kaçınma ve artmış uyarılmışlık, gelecekle ilgili plan yapamama, uykusuzluk, kabuslar, yabancılaşma gibi karakteristik semptomlarla kendini gösteren bir bozukluktur. Bu semptomların üç aydan kısa sürmesi durumuna akut, daha uzun sürmesi durumuna ise kronik TSSB adı verilir. Bazen semptomlar, travmatik olayın üzerinden 6 ay gibi uzun bir süre geçtikten sonra da ortaya çıkabilir. Bu duruma “gecikmeli başlangıçlı TSSB” adı verilmektedir.
Travmanın niteliği, şiddeti, daha önce yaşanan travmatik olaylar, kişinin travmaya yüklediği anlam ve travma sonrası kişinin içinde yaşadığı koşullar, TSSB’nun ortaya çıkması için belirleyici faktörler olarak kabul edilmektedir. Örneğin savaş durumunu yaşamak, çocukluk dönemindeki fiziksel istismarlar, işkence de dahil olmak üzere çeşitli fiziksel ve cinsel şiddet olayları, otomobil, tren veya uçak kazaları, deprem ve sel gibi doğal afetler, yangın, soygun, adam kaçırma, kişinin yaşamını tehdit eden tıbbi teşhisler, terör saldırısı gibi hayatı tehdit eden birçok travmatik olay TSSB'na neden olabilmektedir.
TSSB gelişen kişiler, genellikle korku ve telaş içindedir. Uyaranlara karşı aşırı derecede duyarlıdırlar ve bu nedenle en küçük bir uyarana karşı bile tepki verirler. Ancak çevresine karşı ilgisizlik, tepkisizlik, haz alamama, duygu azalması, çaresizlik, çabuk sinirlenme, öfke patlamaları gibi durumlar da gözlenebilir. Tanı koymak, belirtileri değerlendirmek ve tedavinin etkinliğini izlemek amacıyla Travma Sonrası Stres Bozukluğu Ölçeği (CAPS) kullanılabilir.
TSSB, kişilerin tüm hayatını, işini, ilişkilerini, sağlığını ve günlük yaşam aktivitelerini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu kişilerde, depresyon, anksiyete, madde ve alkol başta olmak üzere bağımlılık ile ilgili problemler, yeme bozuklukları, uyku bozuklukları ve suisit düşünceleri gibi çeşitli sağlık sorunları ile ilgili risklerin de arttığı bilinmektedir. Bu nedenle erken dönemde ve etkili bir şekilde tedavi edilmeleri son derece önemlidir.
12 Mayıs 2008'de Çin'in Sichuan Eyaletinde, Richter ölçeğine göre 8.0 büyüklüğünde ve merkez üssünde maksimum 11.0 şiddetinde meydana gelen depremde resmi verilere göre 69.227 kişi hayatını kaybetmiş, 374.643 kişi yaralanmış, 17.923 kişi kayıp olarak bildirilmiş ve yaklaşık 4.8 milyon kişi evsiz kalmıştır. Deprem sonrası 10 yıllık bir sistematik incelemeye göre Wenchuan depreminden bir ay sonra, TSSB’nun yaygınlık oranı tahmini % 62.8, bir yıl sonra % 21.5 ila % 41.0 arasında, sekiz yıl sonra ise % 11.8 olarak bildirilmiştir.
76.101 depremzedeyi içeren bir başka meta analiz, depremzedelerin yaklaşık 4'te 1'inin TSSB tanısı aldığını göstermektedir. Dolayısıyla bu, deprem gibi doğal afetlerin hayatta kalanların ruh sağlığı üzerinde büyük bir etkisi olabileceğinin dikkate değer bir kanıtıdır.
Etkilenen bölgelerde, psikolojik desteğin yeterince sağlanmaması, hayatta kalanlar arasında TSSB riskini önemli ölçüde arttırmaktadır. Çalışmalar, çocukların ve ergenlerin özellikle de kızların daha savunmasız olduğunu ve öncelikli olarak yardım almaları gerektiğini göstermektedir. TSSB prevalansı, yapılan çalışmaların metodolojik özelliklerine göre araştırmalar arasında değişiklik gösterir ve bu oranın dünya çapında yaklaşık % 3.9 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Erkeklere kıyasla kadınlarda iki kat daha fazladır (%10-12'ye karşı %5).
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen ve ülkemizin 11 ilini etkileyen, Richter ölçeğine göre 7.7 ve 7.6 şiddetindeki peş peşe iki büyük yıkıcı deprem sonrasında ne yazık ki birçok vatandaşımızı trajik bir şekilde kaybettik. Bir o kadar vatandaşımız da kendilerinin ya da yakınlarının uzun süre göçük altında kalmaları nedeniyle hem fiziksel hem de psikolojik açıdan ciddi bir travma ile karşı karşıya kaldılar. Sadece orada bu depremi fiilen yaşayanlar değil gerek televizyonlarda gerekse sosyal medyada bu büyük afetin yarattığı yıkımı ve neden olduğu acıları izleyerek orada yaşananlara tanıklık edenler de ciddi derecede etkilendiler yani travmaya maruz kaldılar. Dolayısıyla çaresizlik, üzüntü, öfke, kaygı, korku gibi duyguları hepimiz en üst düzeyde hissettik ve hala hissetmeye devam ediyoruz. Bu nedenle ne yazık ki birçok kişi TSSB da dahil olmak üzere çeşitli rahatsızlıklarla karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca ülke olarak hem ekonomik, hem sosyal hem de medikal anlamda uzun bir rehabilitasyon dönemine ihtiyacımızın olduğu da bir gerçektir.
Depremden etkilenenlere uygulanacak tedaviler, alanında profesyonel uzmanlar tarafından yapılmalıdır. TSSB olan kişilere, öncelikle verdiği tepkilerin normal olduğunu, yaşanan olayın kişinin kontrolünün dışında geliştiğini, kim olursa olsun bu durumdan etkilenebileceğini ve bu nedenle güçlü görünmek için çaba göstermemeleri gerektiğini ifade etmek son derece önemlidir. Ayrıca yaslarını yaşamak için kendilerine izin vermek gerekir. Onları anlayan ve destekleyen kişilerle bağlantılarını koparmamaları ve duygularını paylaşmaları açısından desteklenmeleri de iyi olacaktır. Öte yandan ciddi fiziksel engeli olmayanlara, en kısa zamanda bir iş ve çalışma imkanı hazırlanması da öncelikli hedefler arasında olmalıdır.
Kişinin, ruhsal bozukluklara ve travmalara karşı koruyucu yeteneklerini veya davranışlarını tanımlayan kavrama, psikolojik dayanıklılık (PD) adı verilmektedir. Bu kavram genel olarak “kişinin kendisini toparlama gücü”, “felaketlerin üstesinden gelebilme” ya da “olumlu uyum sağlama becerisi” olarak da tanımlanmaktadır. Psikolojik dayanıklılık (PD), bazı insanlarda doğuştan veya kazanılmış olarak vardır. Bazı insanlarda ise bu yeti zayıf kalmıştır ama çalışmalar göstermektedir ki, PD öğrenilebilir, kazanılabilir, geliştirilebilir, hatta tedavi edilebilir.
TSSB’nun tedavisi multidisipliner bir yaklaşım gerektirir. Batı Tıbbı perspektifinden ele alındığında tedavide antidepresanlar başta olmak üzere çeşitli medikal ilaçlar ve psikolojik tedaviler yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Öte yandan Regülasyon Tıbbı ve Nöralterapi uygulamalarıyla hastalara daha kapsayıcı, etkili ve kalıcı çözümler sunmak mümkün olabilmektedir. Özellikle depremden sağ olarak kurtulan vatandaşlarımızın yaşamakta olduğu gerek bedensel gerekse çeşitli psikolojik sağlık sorunlarını tedavi etmek amacıyla etkinlik ve güvenilirlik açısından kendini kanıtlamış tedavi metotlarının ivedilikle kullanılması son derece önemli ve gereklidir. Bu nedenle Nöralterapi ve Regülasyon Tıbbı hekimleri olarak bizlere çok önemli görevler düşmektedir.
Depremzedelerin yaşadığı travmanın öncelikle temel regülasyon sistemi kapsamında, vejetatif sinir sistemi (VSS), hormonal sistem ve bağışıklık sistemi üzerinde olumsuz etkilerinin olduğunu biliyoruz. Bedenimizin temel regülasyon sistemi, psikojenik yükler de dahil olmak üzere tüm uyaranlara karşı her zaman otonomik, hormonal ve hücresel değişikliklerle karşılık vermektedir. Kişiden kişiye değişmekle birlikte sistem, belirli miktardaki bir stresi kompanse edebilir. Ancak depremzedelerin yaşadığı ve hala devam etmekte olan yoğun duygusal yüklenmeler, temel regülasyon sistemini dekompanse hale getirebilir. Böylece VSS’nde ve özellikle sempatik sistemde tonus artışı belirgin hale gelir. Bu durumda organizma, ek olarak karşılaşacağı en ufak bir uyarıya, aşırı derecede reaksiyon gösterecektir. Temel regülasyon sistemi, VSS üzerinden aynı zamanda hormonal sistemle iletişim içindedir. Bu nedenle hastalarda, hipotalamo-hipofizer-adrenal (HPA) eksen disregülasyonu kaçınılmaz hale geleceği için çeşitli hormonal disfonksiyon belirtileri ile karşılaşmak mümkündür. Stres yükünün hücresel yani immün sistem üzerine de doğrudan olumsuz etkisi vardır ve beden çeşitli hastalıklara karşı daha savunmasız hale gelir. Yani immün sistem de yine temel regülasyon sistemi üzerinden VSS ile ilişkilidir. Ayrıca travma ile ilgili süreçlerin, sempatik sinir sistemi ve hormonal sistem üzerinden kayıt edildiğini de unutmamak gerekir.
Ülkemizin karşı karşıya kaldığı böyle büyük bir doğal afet sonrası hayatta kalanlarda, hatta uzakta olup her gün haberleri medyadan takip eden pek çok kişide, TSSB gelişmesi beklenmektedir. Strese yanıtta önemli bir rol oynayan HPA ekseni ve hipotalamo-hipofizer-gonadal (HPG) eksen, birbirleriyle yakından bağlantılıdır. HPG ekseninin bir hormonu olan östrojenin baskılanması adet düzensizliklerine ve bağlantılı pek çok rahatsızlığa neden olur, anksiyolitik etkisi olan testosteronun baskılanması anksiyete artışına neden olur. Bugüne kadar yapılan birçok çalışma kadınların strese daha açık olduklarını gösterse de, bunun tam tersini yani kadınların strese karşı daha dayanıklı olabileceğini ve erkeklerin kaygı benzeri bir tepki geliştirmeye daha yatkın olabileceğini düşündüren yeni bulgular da vardır.
Yapılan bir çalışmada, sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında TSSB tanısı alan hastalardaki total triiodotironin (TT3) ve serbest T3'ün (sT3) toplam değerinin daha yüksek olduğunu gösterilmiştir. TSSB olan hastalardaki aşırı uyarılma belirtilerinin, sempatik sinir sistemi aktivasyonundaki artış ile beraber, tiroid hormonu seviyelerinin artışı ile ilişkili olabileceği belirtilmiştir.
Kişileri TSSB’na götüren çeşitli duyguların yoğun ve uzun süreli olarak yaşanması, bazı iç organlarda çeşitli disfonksiyonlara neden olabilir. Bunlardan özellikle çaresizlik, umutsuzluk, öfke ve korku gibi duyguların, öncelikle safra kesesi, karaciğer ve böbrek ile bağlantılı çeşitli fonksiyon bozuklukları şeklinde ortaya çıkması hiç de sürpriz olmayacaktır. Ayrıca göçük altında uzun süre açlık ve susuzluğa maruz kalmanın etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenle hormonal sistemin ve tüm iç organların segmental olarak değerlendirilmesi oldukça değerlidir.
TSSB dışında ayrıca crush yaralanmalar, kırıklar ve soğuğa maruz kalma gibi nedenlere bağlı olarak ekstremite amputasyonları başta olmak üzere çeşitli lokomotor sistem rahatsızlıkları, dolaşım sistemiyle ilgili sorunlar, periferik sinir yaralanmaları ve bunların neden olduğu ağrılı tablolar ve fonksiyon kayıpları da önemli sağlık problemleri arasında yer almaktadır. Bu patolojilerin tümünün, bozucu alan ve/veya odak oluşmasına zemin hazırlayacağı unutulmamalıdır.
Deprem sonrası TSSB'ye sahip kişiler, özeelikle de nöralterpistlerce profesyonel yardım alarak bu durumu aşabilirler. Bu yardımlar, nöralterapi başta olmak üzere, diğer terapi, psikolojik destek, ilaçlar veya diğer tedavileri içerebilir. Ayrıca, deprem öncesinde hazırlık yapmak da TSSB riskini azaltabilir. Bu hazırlıklar, acil durum çantası hazırlamak, bir plan yapmak ve ailelerin iletişim planları gibi basit önlemleri içerebilir.
Sonuç olarak, Türkiye'de yaşanan depremler, birçok insanın TSSB gibi psikolojik sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Ancak, bu durumla liyakat sahibi insanlarla ve özellikle de biz nöralterapistlerin görev ve sorumluluk alarak başa çıkmak mümkündür ve profesyonel yardım ve hazırlık yapmak gibi önlemler alarak deprem sonrası TSSB'nin etkileri azaltılabilir.
Bu bilgiler ışığında, TSSB’na ve diğer sağlık sorunlarına yönelik olarak Nöralterapi yaklaşımı ile bedeni koruyucu ve tedavi edici uygulamalar bulunmaktadır. Etkin bir tedavi yapmak için, geniş kapsamlı bir anamnez ve fizik muayene sonrasında aşağıdaki sorulara cevap aranmalıdır:
a) Hastada vejetatif disfonksiyon (disotonomi) mevcut mu?
b) Disfonksiyon hangi segmental seviyelerde mevcut?
c) Hormonal disfonksiyon mevcut mu?
d) Hangi iç organlar etkilenmiş olabilir, bunların emosyonel bağlantısı ve anlamı nedir?
e) Tedaviye cevabı veya iyileşmeyi engelleyen bir “bozucu alan” var mıdır?
Bu detaylı anamnez-sorgulama ve muayene bulguları sonrasında, yapılacak tedavinin ana hatları şunlardır:
1- Lokal ve Segmental Tedavi
a) Etkilenen segmentlerin bulunması ve tedaviye alınması (quaddel, faset enjeksiyonu vb)
b) Myofasiyal tetik noktaların tedavisi (servikal, torakal, lumbosakral bölge ve perine kasları da dahil)
c) Hormonal eksen enjeksiyonları (tiroid, tonsilla faringea, pleksus uterovajinalis/pleksus vezikalis, genital bölgeye quaddel serileri)
d) Alt ekstremite dolaşım protokolü
2- Genişletilmiş Segment (ganglion) enjeksiyonları (özellikle supremum, stellatum, çöliak, sakral kanal)
3- Bozucu odak ve/veya alan tedavisi
Bilimsel Nöralterapi ve Regülasyon Derneği (BNR)
Kaynaklar:
Nöralterapi, düşük konsantrasyonlarda lokal anestezik (LA) ilaçlar (prokain veya lidokain) kullanılarak, nörovejetatif sistemin uyarılması esasına dayanan bir regülasyon tedavisidir. Tarihçesi LA'in keşfedilmesine kadar uzanmaktadır. Ancak hastalıkları tedavi etmek amacıyla kullanılması, 1925 yılında Dr. Ferdinand ve Dr. Walter Huneke kardeşlerin, bir hastalarına tesadüfen yaptıkları enjeksiyon sonrasında gelişen olaylarla başlamış; 1940 yılındaki başka bir gözlemleri sonrasında ise 'bozucu alan' olarak adlandırdıkları "fokal odak"ların fark edilmesi, hastalıkların patogenezine farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. Bunun ardından hem kendilerinin hem de onlarca bilim insanının katkılarıyla, yaklaşık 100 yıllık gözlem, bilimsel çalışma ve deneyimler sonrasında, etki mekanizmaları açısından modern tıp kapsamında sağlam temeller üzerine inşa edilmiş ve etkinliği kanıtlanmıştır. Günümüzde nöralterapinin etki mekanizması, Prof. Dr. Ricker'in 'Perfüzyon Patogenezi' ve Prof. Dr. Pischinger ile Prof. Dr. Heine'nin 'Temel Sistem Teorisi' ile açıklanmaktadır. Otonom yani vejetatif sinir sistemi (VSS) aracılığıyla mikrosirkülasyon, perfüzyon, ağrı, ağrı hafızası (engram), nörojenik inflamasyon, nöronal plastisite, bozucu alanlar, hormonal ve immün sistemler üzerindeki düzenleyici etkileri nedeniyle ağrılı tablolar başta olmak üzere her türlü akut ve kronik hastalıkta tek başına veya diğer tedavi yöntemleri ile kombine edilerek kullanılabilmektedir. Başlıca kullanım alanları arasında, kas iskelet sistemi hastalıkları, gastrointestinal sistem, hormonal sistem ile ilgili rahatsızlıklar, limbik sistem, detoksifikasyon organları, jinekolojik, dermatolojik, ürolojik, romatolojik, nörolojik ve allerjik rahatsızlıklar sayılabilir. Ancak bütün tedavi yöntemlerinde olduğu gibi bu endikasyonların yanı sıra, kontrendikasyonlar açısından da hastanın değerlendirilmesi oldukça önem taşımaktadır.
Modern tıbba göre tat ve koku disfonksiyonları primer bir hastalık olabilir ya da bir hastalığa sekonder gelişebilir. Modern tıbbın idiyopatik olarak adlandırdığı tabloların altında nörojenik ve bedensel bağlantının kurulamadığı durumlar karşımıza çıkabilmektedir. Nöralterapi açısından baktığımız zaman, bedenin bütünlüğü içerisinde eğer tat ve/veya koku duyusunda bir disfonksiyon varsa (artma, azalma, yokluk, selektiflik vb), önce neden diye sorup vejetatif bütünlüğü bozan olayın bağlantısını araştırmak ve diyagnostik yaklaşımı bu segmental bağlantılar üzerinde kurmak doğru olacaktır.
Nöralterapiye göre tat ve/veya koku bozukluklarının olası sebepleri:
Bağırsaklar, vücudun temel bariyer sistemlerinden biridir. Bağırsak epiteli, mukozası ve mikrobiyota, fiziksel, kimyasal, immünolojik ve mikrobiyolojik olmak üzere 4 fonksiyonel bileşenden oluşan kompleks bir yapıdır. Burada mikrobiyotanın zenginliği ve çeşitliliği, immünolojik ve gastrointestinal fonksiyonlar için olduğu kadar patojenleri önlemek için de çok önemlidir. Bu nedenle bağırsak mikrobiyotası immun sistemin bir organı olarak düşünülebilir. Son yıllarda bağırsak mikrobiyotasının zenginliği, konakçı bağışıklık sistemi ile yakın ilişkisi ve dengeli bir ekosistemin gerekliliği gibi konular çok sayıda çalışmanın ilgi odağı olmuştur.
Bağırsak mikrobiyotasının sindirim sisteminde koruyucu, metabolik, trofik ve immünolojik fonksiyonları vardır. Sindirim sisteminde; sindirim enzimleri, müsin yapımı, peristaltik hareketler, sıkı bağlantılı epitelyal bariyerin yanında mikrobiyota da mukozal bağışıklığı sağlayan sistemin önemli bir parçasıdır. Bağışıklık sistemimiz gelişirken sadece patojenlere karşı savunma oluşturmak için değil, aynı zamandaDevamı için tıklayın
Yorgunluktan kansere hemen her edinsel hastalığın başlangıç fizyopatolojisini oluşturan latent asidoz, modern hekimlik pratiğinde göz ardı edilen metabolik ve klinik bir süreçtir. Anamnez ve muayene bulguları ile tanısı konulabilen latent asidozun oluşum mekanizmalarının, hastalıklarla olan ilişkisinin ve tamamlayıcı tıp tedavi yaklaşımını konu alan bu mini-derleme, latent asidoz konusunda klinik çalışmalara olan ihtiyacı vurgulamayı hedeflemektedir.
Yaşam döngüsü nefes almakla başlar. Ardından gelişen ilk refleks açlık refleksidir ve yemek yeme ile enerji alımı başlar. Elektriksel ileti ile çalışan insan bedeni açık bir sistem olmakla beraber enerji alım ve atımının dengesi ile vital kalır. Sadece oksijen ve besin ile değil oral, solunumsal, rektal, dermal, parenteral ve mental olarak bedene alınan her uyarı bir seri reaksiyona uğrar. Metabolik süreçlerin sonunda kullanılacak olan moleküller kullanılır ve kullanılamayacak olanlar atılım yolaklarına ayrışır ki reaksiyonlardan çıkan atılım ürünlerine metabolit adı verilir. Bu metabolitlerin atılım yolları detoksifikasyon sistemleridir; Bağırsaklar, böbrekler, akciğerler, deri, lenf damarları ve karaciğerdir.Devamı için tıklayın
İlk defa 2019 Aralık ayında Çin’in Wuhan şehrinde görülen ve kısa sürede bir salgına neden olan COVID-19, 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından küresel salgın olarak ilan edilmiştir. Hastalık özellikle bağışıklık sistemi problemleri başta olmak üzere diyabet, kalp hastalıkları gibi diğer kronik hastalıkları olan kişilerde ciddi bir klinik seyir göstermektedir. Virüslere karşı savunmada immün sistemin fonksiyonları ve modülasyonu son derece önemlidir. Birçok araştırmanın sonuçlarına göre, doğal immün sistemi güçlendirmenin yollarından biri de bağırsak mikrobiyotasını dengelemektir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar akciğer mikrobiyotası ile bağırsak mikrobiyotasının ilişkili olduğunu ve mikrobiyota dengesinin viral solunum yolu hastalıklarının önlenmesi ve savunmasında önemli olabileceğini göstermektedir. COVID-19’a karşı etkin bir tedavi ve aşı geliştirmek için tüm Dünya’da bilim adamları yoğun olarak çalışmaktadır, ancak henüz kesin tedavisi ya da aşısı bulunamamıştır. Devamı için tıklayın
Çinko, tüm canlı organizmalar için gerekli olan ve insanda çok sayıda biyokimyasal yolakta yer alan esansiyel bir mikrobesindir. Günümüzde gıda takviyesi adı altında çinko başta olmak üzere çok sayıda vitamin ve mineral kullanımı yaygınlaşmaktadır. Beraberinde Ocak 2020 tarihi itibari ile Dünya’yı etkisi altına alan COVİT-19 pandemisi sebebi ile de çinko kullanımı son derece popüler hale gelmiştir.
Demirden sonra en yaygın bulunan ikinci mineraldir. İnsan vücudunda toplam 2-3 gr olduğu tahmin edilmektedir. İnsan vücudundaki toplam turnoveri tamamen homeostatik kontrol altındadır ve çinkonun yaklaşık yüzde 57’si iskelet kasında, yüzde 29’u kemiklerde bulunur.
İnsan sağlığı için vazgeçilmez bir besin olan çinko, 300’den fazla metalloenzimde ve lipid, protein ve nükleik asit metabolizmasında görevli 2000 den fazla gen transkripsyonunda rol alır. Çinko kinaz, fosfataz ve membran kanal aktivitelerini regüle eden bir metal iyonudur. Çinkonun, patojenlere ve doku hasarına karşı doğal ve edinsel immun sistemin normal fonksiyonu için esansiyel olduğu, serbest oksijen radikalerinin etkilerine karşı koruyucu etkisi olduğu iyi bilinmektedir. Çinko eksikliğinde tümör süpresör proteini p53 azalır, oluşan DNA mutasyonlarının kansere yol açabileceği düşünülmektedir.Devamı için tıklayın
Faset eklemler, tüm omurganın eklem ağını şekillendirip, yapısal stabiliteyi korumak adına aynı vertebrada pedikül ile lamina arasında, her hareket segmentinin posterolateralinde, bilateral olarak yer alan zigapofizeal eklemlerdir (Şekil 1). Zigapofizeal, Latincede köprü ve büyüme anlamına gelir. Üstteki vertebranın prosesus articularis inferioru ile alttaki vertebranın prosesus articularis superioru arasında bulunan diartiküler, plana tipi, eklem açıklığı dar, hareketi kısıtlı, kapsüllü, sinovyal eklemdir. (1,2)
Faset eklem hareketi açısal olarak son derece kısıtlıdır (2-4 derece). Yapabildiği temel hareketler
Kaslar arasında yer alan ve kas kılıflarını oluşturan ya da daha derindeki sinir, damar gibi yapıları saran lifsi bağdoku katmanıdır. Latince «paket» anlamına gelir. Özel anatomisi ile organ ve yapıların şekillerini verirken, vücudun anatomik bütünlüğünü de sağlar. Üç boyutlu metabolik ve mekanik bir matriks oluşturarak damar, sinir, organ, meninks, kemik ve kasları çevreleyen, içlerinden geçtiği yapılarla etkileşime giren, bir ağ gibi baştan ayağa tüm vücudu kesintisiz olarak saran bir bağ doku networküdür. Fasya insan vücudundaki bağ dokularında bulunan tüm lifsel dokulardır. Fasya zengin sempatik inervasyona sahiptir.
Fasyanın mimari yapısı (çok sayıda kollajen ve elastik lifleri), üst üste, birbirinden bağımsız, vertikal, horizontal ve oblik düzlemlerde dokuyu sararak, maruz kaldığı tüm güçlere karşı direnme kapasitesini arttırmak için yapılanmıştır. Fasya yapısal bileşen, destek birimi ve çerçeve çatı sistemidir. Kollajen lifler, gerilme direnci; elastik lifler, geri çekilme kabiliyeti sağlar. Mikroskop altında içi su dolu tübüllerden oluşan organize ağsı yapıdır. Beden, fasyaların sürekliliğini oluşturan zincirler üzerinden iletişim kurması sayesinde insan vücudu fonksiyonel bir birim haline gelir.Devamı için tıklayın
MSS HASTALIKLARI VE KRANİAL SİNİR DİSFONKSİYONLARINA NÖRALTERAPİ YAKLAŞIMI VE TRİGEMİNAL NEVRALJİ - OLGU SUNUMU-
Sinir sistemi canlıların iç ve dış çevreyi algılamasına, bilgi toplamasına, bu bilgileri işlemesine yardımcı olan, vücuttaki sellüler ve ekstrasellüler matriks sayesinde sinyalleri her yere ileten, lokomotor ve viseral tüm sistemlerin fonksiyonlarını düzenleyen ana sistemdir. Sinir sisteminin görevleri impulsları algılama, algıları birleştirip, bütünleme ve fonksiyonu sağlamak ile başlar. Sinir sistemi hastalıklarında yapılan nörolojik klinik değerlendirmede lezyonun sinir sistemi içindeki yerini belirlemek ve lezyonu oluşturabilecek nedenler arasında ayırıcı tanıyı yapmak temel iki adımdır. Nöralterapi açısından önemli olan sadece lezyon değil, disfonksiyonun sinir sistemi içerisindeki yeri ve bağlantılarını kurmak, disfonksiyon merkezde mi, omurilikte mi, periferik sinirlerde mi, sinir-kas kavşağında mı, yoksa kasın kendisinde mi olduğunu belirlemek, kliniği oluşturan tabloyu bütün olarak görmek olduğu için, sinir sistemi anatomisini ve vejetatif sistem bağlantılarını çok iyi bilmek son dereceDevamı için tıklayın
Vajinit, vajina iç yüzeyini döşeyen mukozanın enflamasyonu anlamına gelir. Vücutta bulunan tüm mukozal yapılar mikroorganizmalara konaklık eder ve mukoza-mikroorganizma kompleksinin oluşturduğu ortama flora adı verilir. Bağırsak florası, ağız florası ya da konumuz vajen florası gibi. Vajinal mukozanın enflamasyonu anlamına gelen vajinitte esas sorun vajen florasının disfonksiyonudur. (1,2)
Vajina, önde üretra ve mesane, arkada ise rektum ve anal kanal arasında uzanan yaklaşık 7-9 cm uzunluğunda fibromuskuler yapıda bir tüptür. Mukoza, muskularis ve adventisya tabakalarından oluşur. Mukozayı çok katlı yassı keratinize olmayan epitel döşer. Bunun altında elastik lifler, damar ve lenfatik ağı içeren lamina propria ve onun altında da muskularis tabakası bulunur. En dışta bağ dokusu, damar ve lenfatiklerden zengin adventisya tabakası bulunur. (3,4)Devamı için tıklayın
Ağrı bedenin bir alarm sistemidir. Tamamlayıcı tıp yaklaşımına ve birçok araştırmacıya göre kafa bölgesindeki ağrılara fizyolojik disfonksiyonlar veya organik hastalıklar neden olmaktadır. Her ağrıda olduğu gibi kafa ya da yüz bölgesindeki ağrılarda, ağrıya yaklaşım açısından, ağrının başlangıç şekli, karakteri, zamanı, eş zamanlı şikayetleri, lokalizasyonu, azaltan ya da arttıran durumları, süresi, şiddeti, tetikleyicileri, komşu yapılar ile olan ilişkisi ve nöralterapi açısından ağrının zamansal ilişkilendirilmesi gerekmektedir (8, 14,17).
Baş bölgesindeki ağrılara kaynaklık edebilen yapılar: Kranium, servikal omurga, merkezi sinir sistemi, dişler, burun, göz, boğaz, sinüs, kulak olarak değerlendirilmelidir. Tanı için ağrının kaynağına yönelik araştırma ve testler yapılmalıdır. Ancak herşey biz nöralterapistler için zaman bağlantılı derin bir anamnez ve detaylı bir muayene ile başlamalıdır (1,2,5,8,24).
Nevraljik Ağrının Özellikleri: Nevralji tipi ağrılar özellikli ağrılardır ve bu özellikleri sayesinde diğer ağrılardan kolaycaDevamı için tıklayın
Hastanın geliş şikayetleri: 38 yaşında kadın hasta, pelvis tabanı, vajinal ve üretral orifis ile klitoral alanda daha yoğun olmak üzere pelvi-perineal nevralji tipi ağrı; beraberinde dizüri ve strangüri yakınması ile geldi.
Hikayesi: 2 yıldır depresyonda olan hastanın nevralji tipi pelvis ağrıları, 1 yıl önce geçirdiği HSV-2 infeksiyonundan sonra başlamış. Çok sayıda ağrı merkezinde antiviraller, morfin ve türevi analjezikler ve benzeri çok sayıda ilaç tedavisi ve birkaç kez yapılan sinir blokajına rağmen hiçbir yanıt elde edilememiş. Depresyonu ile paralel olarak görülen libido azalması, ağrısının cinsel ilişki ile artması sebebi ile cinsel ilişki kuramıyor. Son 2 aydır ağrının artan şiddetine tahammülsüzlük ile sürekli ağlama atakları başlamış. Postherpetik nevralji, pelvikodini ve depresyon tanısı ile hospitalize olan hasta kliniğimize özel izin ve ambulans ile getirildi.
Ağrının Karakteri: Sık ataklar ile seyreden, bası temas ve ısı değişikliğine duyarlı, oturmakla ve yürümekle artan, miksyon sırasında şiddeti son derece artan, cinsel ilişki ile ağrı krizi haline dönen ve tüm tedavilere dirençli ağrı. VAS 8-9/10 Devamı için tıklayın
Homestazın bozulduğu durumlarda ortaya çıkan durum allostaz olarak açıklanır. Allostaz, prefrontal korteksin algıladığı stresin etkisiyle devreye giren ve beyin tarafından yönetilen bir süreçtir. Allostaz ve homeostaz dengesi, vücudun düzenli çalışma biçiminin korunması, dinamik sürece uyum için gereklidir. Ancak uyum sağlamaya çalışan sistemin sürekli hale gelmesi, kronik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur. Anormal uyum sürecinin adı, 1993 yılından bu yana çeşitli klinik ve preklinik tıp disiplinlerinde allostaz olarak anılır. Allostaz teorisi ilk olarak Eyer ve Sterling 1975 ve 1977’de açıklanmıştır. (1,2,3)
Hipotalamus, vejetatif sisteminin baş gangliyonu ve homestaz-allostaz dengesini sağlayan temel yapıdır. Hormonal ve sinirsel yollar ile vücudun düzenli çalışmasını sağlayan hipotalamus, çalışmasını prefrontal korteks, limbik sistem, diğer beyin yapıları ve vücuttan gelen geribildirimler ile yürütür. Kanserden diyabete, hipertansiyondan kolesterol yüksekliğine kadar çok sayıda kronik hastalığın nedeni, hipotalamusun normal dışı çalışmasıdır. (4,5,6) Devamı için tıklayın
N. FASİYALİS'İN FONKSİYONEL ANATOMİSİ
N. fasiyalis yüz ifadelerini kontrol eden kasları innerve eden, dilin arka kısmının üçte ikisinden ve ağız boşluğundan gelen tat duyusunu ileten 12. kafa çiftinden yedincisidir. Embriyolojik olarak 2. brankiyal arktan gelişir ve beyin sapından, pons ile medulla oblangata arasından çıkar. Kafa ve boyunda çeşitli gangliyonlara parasempatik lif bağlantısı sağlayan önemli komşulukları, anatomik trasesi ve innervasyonları olan N. fasiyalis, somatomotor, duysal ve parasempatik lifler içerir. Motor çekirdeği, Nukleus nervi facialis; Sensitif çekirdeği nukleus solitaryus; Parasempatik çekirdeği nukleus salivatoryus'tur (2,5,6,16,19,20,27).
Motor çekirdeği nukleus n. fasiyalis olan sinirin, motor liflerinin inervasyon sağladığı kaslar:
Tanım:
Uterus iç tabakası olan endometriumun, uterus dışında bulunması ve buna bağlı gelişen klinik tablodur. Endometriozis odakları abdominal boşlukta sıklıkla overler, tuba ve ligaman yapılarında, uterus dış ve pelvis iç yüzeyinde görülür. Nadiren de olsa bağırsaklarda, anal kanalda, mesanede, vajinada, servikste ve dış üreme organları üzerinde hatta geçirilmiş batın ameliyatlarının skarlarında da görülebilir.
Odaklar, normal yerleşimlerinin dışında olmasına rağmen normal bir doku tipi içerirler. ve menstrüel siklusu yöneten hormonlara yanıt verirler. Siklusun proliferasyon fazında östrojen hakimiyetinde patolojik olan bu odaklar da prolifere olurken progesteron çekilmesi ile gelişen endometrium dökülmesi, uterusta regl kanaması ile vücudu terk ederken, patolojik olan bu odaklarda vücudu terk etme imkanı yoktur. Bu nedenle kendi içine kanama ve bu odaklardan dökülen dokunun ve kanın çevre dokuları etkilemesi, tekrarlayan enflamasyon zemini ve gelişen bağ dokusu yapışıklıkları endometriozisin bilinen sonuçlarıdır. (1,2)Devamı için tıklayın
21. yüzyılda, ilerleyen tüm sağlık teknolojisi ve beslenme sanayisine rağmen D vitamini yetersizliği sessiz bir salgın şeklinde yayılmaktadır. Yakın zamana kadar sanılanın aksine D vitamini yetersizliği sadece kemik hastalığına değil, kanser, otoimmün hastalıklar, enfeksiyon hastalıkları, romatizmal hastalıklar, nörolojik hastalıklar, kalp hastalıkları gibi çok sayıda sistemik hastalığa yol açabilmektedir.
D vitamininin bilinen 5 formu vardır: D1 (lumisterollü ergokalsiferol), D2 (ergosteroolü ergokalsiferol), D3 (kolekalsiferol), D4 (22 dihidrokalsiferol) ve D5 (sitokalsiferol). Bunların arasından D2 ve D3 vitaminleri 1930'lu yıllarda bulunmuştur. (1)
VİTAMİN D METABOLİZMASI
Vitamin D'nin biyolojik inaktif prekürsörleri olan kolekalsiferol ve ergokalsiferol, karaciğer ve böbrekte aktif formlarına dönüşürler. Devamı için tıklayın
Vücutta sabit tutulan fizyolojik parametrelerin en önemlilerinden biri hidrojen iyonu (H+) yoğunluğudur. Çünkü hemen bütün biyokimyasal reaksiyonlar ancak fizyolojik bir hidrojen iyonu (H+) konsantrasyonunda gerçekleşebilir. Yoğunluğu, diğer iyonlara göre oldukça az olmakla birlikte, hidrojen iyonu (H+), başta enzimler olmak üzere, proteinlerin yapı ve fonksiyonlarının korunması ve sürdürülmesinde hayati rol oynar (1,3,4,10,11,25,26,30).
Vücutta meydana gelen tüm kimyasal reaksiyonlar içinde değerlendirirsek, proton verici molekül veya iyonlara asit; Proton alıcı molekül veya iyonlara ise baz adı verilir. Eğer protonun aslında bir hidrojen iyonu (H+) olduğu göz önünde bulundurulursa, asitler eriyiklere hidrojen iyonu katan; Bazlar ise eriyikteki hidrojen iyonunu bağlayarak oradan uzaklaştıran molekül ya da iyonlardır (4,11,16).
Asit-baz dengesi, vücut sıvılarındaki hidrojen iyonu (H+) konsantrasyonun dengesi anlamına gelir. Vücut sıvılarında çok azDevamı için tıklayın
Hastayı hekime getiren yakınmaların başında yer alan ağrı, son yıllardaki tüm tıbbi ilerlemelere rağmen, hala tam olarak anlaşılamamıştır. Ağrı, gerçek veya potansiyel doku hasarı ile birlikte, hoş olmayan duyu ve emosyonel deneyim şeklinde tanımlanır. Bununla birlikte ağrı, sadece fiziksel hasarın derecesiyle orantılı değildir. Anksiyete, depresyon, beklentiler ve diğer psikolojik faktörlerden büyük ölçüde etkilenir. Mevcut ve geçmiş deneyimlerden etkilenen bir davranış biçimidir. Ağrı, acı, sancı, sızı, batma gibi değişik şekillerde ifade edilmekte ve aynı zararlı uyarana verilen reaksiyon, bireysel farklılıklar göstermektedir. Devam etme süresine göre ağrılar ikiye ayrılır (1).
1. Akut ağrı: Doku hasarıyla başlayan ve iyileşme süreci boyunca devam eden ağrıdır. Doku yıkımını önlemeye yönelik bir uyarı reaksiyonudur. Ağrı keskindir ve patoloji devam ettiği sürece hissedilir. Nosiseptif stimulus azaldıkça, ağrı da azalır. Genellikle anksiyete ile birliktedir. Akut ağrı üç aydan kısa sürmektedir. Uygun şekilde tedavi edilmezse bu ağrılar kronikleşmektedir (1,2,12).Devamı için tıklayın
8 servikal, 12 torakal, 5 lomber, 5 sakral ve 1 koksigeal olmak üzere her vertebral segment için simetrik olarak yerleşmiş bir çift spinal sinir vardır. Her segmentteki dorsal ve ventral kökler, intervertebral foramendeki spinal ganglionun lateralinde spinal siniri oluşturmak üzere birleşir. Bu sinir hemen dorsal ve ventral ramus olmak üzere ikiye ayrılır. Spinal sinirler sempatik sistemle bağlantılıdır. Sempatik ganglionun afferent ve efferent liflerini taşıyan beyaz ve gri rami kommunikantes, ventral ramus ile birleşir. Ön dallar (ventral ramus) daha büyük dağılıma sahiptirler; servikal ve brakial pleksusları, interkostal sinirleri, lumbosakral ve koksigeal pleksusları oluştururlar. Prevertebral ve ekstremite kaslarını innerve ederler.
Dorsal ramuslar ise sırtın derin kas sisteminin içerisine geçerek, medial ve lateral dallara ayrılır. Faset eklemler ve sırt kasları dorsal ramus tarafından innerve edilirler. Faset eklemler, spinal sinirlerin arka dallarının ramus medialislerinden ayrılan eklem dalları tarafından innerve edilir. Dorsal ramus musküler, kutanöz ve artiküler dallara ayrılır. Segment içindeki bir disfonksiyon bu bağlantılar nedeniyle birbirini etkiler.Devamı için tıklayın
Deri vücudumuzdaki en büyük organlardan biridir ve bedenin bütünü ile ilgili çok önemli görevleri vardır; vücudu her türlü dış etkenden korumanın yanı sıra vücudun su dengesini ve ısısını düzenlemek, kalsiyum dengesini sağlamak, D vitamini sentezlemek, zararlı maddeleri vücuttan uzaklaştırmak ve solunum yapmak klasik okul tıbbı bilgimizdir. Ama her şeyden önce deri sağlığın aynasıdır (14).
Deri ve deri altı dokusu çok sayıda reseptörler içermesi ile fonksiyonel bir bütünlük oluşturarak farklı stimuluslara aracılık eder. Organlar ve diğer yapılar için bir projeksiyon düzlemi oluşturur. Refleks anlamında viseral organ hastalıkları belli alanlara yansıma yaptığı gibi, yansımanın olduğu alanların uyarılmasıyla da yine refleks yollarla deri üzerinden ilişkide olan organa ulaşmak mümkündür(4, 15, 19, 31).Devamı için tıklayın
Candida cinsine ait 200 tür olmasına karşın, mantar enfeksiyonlarının yüzde 75'inden sorumlu olan Candida albicans eşeyli çoğalan, diploit, maya tipinde bir mantar türüdür. Ağızdan başlayan sindirim sisteminde yaşayan çok sayıdaki mikroorganizmadan biridir. Sağlıklı yetişkinlerin yüzde 40'ının ağız florasında, sağlıklı kadınların yüzde 20-25'inin vajen florasında Candida albicans’ın varlığı bilinmektedir. Flora üyesi olmakla beraber, oral ve vajinal fırsatçı enfeksiyonların da temel etkenidir.
Sağlıklı bir organizmada bulunan tüm canlı organizmaların yarattığı dengeli ortama flora denildiğini biliyoruz. İnsan sağlığı için en önemli flora barsak florasıdır. Ortomoleküler biyolog Jeffrey Bland bağırsaklarda dört yüzden fazla bakterinin yaşadığını belirtmektedir. Bu bakterilerin toplam ağırlığı 1-1,5 kg ile yaklaşık karaciğer ağırlığına eşittir. Dengeli bir barsak florasında bifidus ve acidophilus bakterileri yan yana ve hassas bir denge içinde bulunur. Barsak florasının önemli bir diğer mikroorganizması ise güçlü bir patojen bakteri olan Echericia coli’dir. E.coli patojenitesi nedeni ile sayıca en az bulunması istenen ama flora dengesi için de olmazsa olmaz bakterisidir.Devamı için tıklayın
Segmental-regülatorik kompleks, deri, kas ve iç organların ilgili sempatik trunkusla bağlantılı omurga segmenti olarak (viscero-kutan, cuti-visseral, visceromusküler vb. gibi refleksler) tanımlanır.
Viscero-sensorik bilgiler, sempatik trunkus üzerinden arka boynuzdaki gri cevhere, vissero-motorik efferentler ise sempatik trunkus üzerinden ön boynuzdaki beyaz cevhere ulaşırlar ki, burada işleme tabi tutulup iç organlara geri giderler. Deri ve iskelet sistemi afferentleri karışık bir spinal sinir, yani spinal gangliyon üzerinden arka boynuza gider. Buradan anahtar hücrelerden başka değişle kollateral impulslarla, ön boynuz üzerinden tekrar geri gider.
Metamer segmentin tüm dokularının bağlantısı nöralterapiyle diagnostik ve terapötik anlamda çok ilgilidir. Kas tonusu gibi deri ve derialtının tonusu, iç organların ve hareket sisteminin fonksiyon bozuklukları hakkında bilgi verir. Bozucu alan da ilgili dermatom ve myotomdaki deri, derialtı ve kasta değişiklik yaratır. Dokudaki bozukluk her yeri etkiler. Segmental-regülatorik kompleks tüm organların periferik geçiş sistemidir.Devamı için tıklayın
Canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli maddeleri oral yolla alma işlemi yani beslenme tüm canlıların zorunlu temel ihtiyaçlarının başında gelir. Besinleri kimyasal yapılarına göre; organik ve inorganik olarak gruplandırabileceğimiz gibi elde edildikleri kaynaklara göre; bitkisel, hayvansal ve mineraller diye ya da vücuttaki işlevlerine göre enerji verici, yapıcı-onarıcı ve düzenleyici olarak gruplandırabiliriz. Gruplandırma şekli nasıl olursa olsun sağlıklı bir beslenme programında temel grupları belli oranlarda tüketmeliyiz: Karbonhidratlar (%55-60), Protein (%10-20), Yağ (%20-25) ve geri kalanı vitamin, mineral olarak dengeli ve dönüşümlü olarak tüketmeliyiz.
Sindirim sistemi bir seri özelleşmiş bölgelerden meydana gelen kanal sistemi olarak düşünülebilir. Bu sistemin ağızdan başlayan mekanik ve sonrasında devam eden kimyasal sindiriminin hemen her aşamasında önemli görevleri olan sıvılar yani sindirim sistemi sıvıları önemli bir yer tutar. Bunlar: Tükürük, mide salgıları, safra, pankreas sıvıları ve ince bağırsak salgılarıdır. Bu sıvıların toplamı günde 3-4 litreyi bulmaktadır. Devamı için tıklayın
İnsan vücudunda 4 temel doku vardır: Epitel dokusu, kas dokusu, yağ dokusu ve bağ dokusu. Bağ dokusu, epitel dokusunun hemen altında bulunan, hücreleri birbirlerine bağlayan, dokuları koruyup onaran ve hücrelerarası alanı dolduran, mezenkim kökenli temel yapıdır. Bağ dokusu genellikle intersellüler iletişim eksikliği olan dağınık hücrelerden meydana gelir, birazdan detaylandıracağımız görevleri ve önemi göz önüne alındığında damar yapısının zenginliği de Kıkırdak dokusu dışında tüm bağ dokusunun damarlanması çok zengindir.
Bağ dokusu; bağ dokusu hücreleri ve bunların arasını dolduran hücrelerarası maddeden kurulmuştur. Hücrelerarası madde, bağ dokusu hücreleri tarafından sentez edilir. Hücre dışı matriks (ekstrasellüler matriks) denilen hücrelerarası madde, başlıca iki yapıdan oluşmuştur. Bunlar:
a) Bağ dokusu lifleri,Devamı için tıklayın
REGÜLASYON TIBBI BAKIŞIYLA BEŞ BOYUTLU SAĞLIKLI BEDEN
Beş boyutlu beden, kinezyolojide bilinen 3 boyutlu yaklaşımın geliştirilmiş şekli olarak tanımlanabilir. İlk olarak 1978 yılında Prof. Dr. med. Horst Ferdinand Herget tarafından tasarlanmış, yıllar içerisinde Klinghart tarafından modifiye edilmiş ve Nazlıkul da bu konuda çalışmalara devam etmiştir. Beş boyutlu bedeni kavramak, insanı bir bütün olarak değerlendirmeyi sağlar, bu yaklaşım da hekimin klinik başarısında anlamlı artışa neden olur. Bu model bugün regülasyon ve tamamlayıcı tıp bakış açısının merkezine entegre olmuştur. Ülkemiz hekimlerine beş boyutlu beden kavramı, Prof. Herget’in öğrencisi, regülasyon tıbbı ve tamamlayıcı tıp çalışmalarının öncü eğitmenlerinden Prof. Dr. med. Hüseyin Nazlıkul tarafından öğretilmektedir.
Regülasyon tıbbı ile uğraşan hekimler hangi konuları bilmelidirler? Tamamlayıcı tıp ve regülasyon tıbbı açısından başarılıDevamı için tıklayın
En basit ifade ile omuz hareketlerinin büyük ölçüde kısıtlandığı bir hastalıktır. Kolunuzu baş üzerine kaldırma sırasında zorluk, diğer omuza dokunamamak veya kolu arkaya götürememek tipik olmak üzere omuz hareketlerinde kısıtlık, donuk omuzun ilk belirtilerdir. Donuk omuz genellikle tek başına ortaya çıkabileceği gibi, bazı durumlarda şeker hastalığına, hemiplejiye, mastektomiye, akciğer kanserine, tiroid hastalıklarına sekonder olarak da görülebilir.
KİMLERDE SIK GÖRÜLÜR?
* Kadınlarda
* 40-65 yaş arası
* Omuzunda tekrarlayan travma öyküsü olanlarda Devamı için tıklayın
TAMAMLAYICI TIP YAKLAŞIM İLE ANTİAGİNG VE TOKSİN YÜKLÜ BEŞ BEDEN
Sevgili BARNAT okuyucuları,
Her yıl gerçekleştirdiğimiz Geleneksel Herget Nöralterapi Ve Tamamlayıcı Tıp Sempozyumu'nun dokuzuncunun (Eylül 2013) konusu AntiAging idi. Bu konu kapsamında asıl hedef, tüm kronik disfonksiyonların ya da hastalıkların tedavisinde, sağlık durumunun devamında ve sağlıklı yaşlanmanın temelinde bedenin yüklerinden temizlenmesi yer almaktadır. Asit özellikteki beden yüklerinin, toksinlerin ve ağır metallerin birikim yeri olan bağ dokusunun temizlenme işlemidir gerçek detoks. Ancak bu detoks süreci, beslenmenin kalitelisini ve bağırsakların florasını düzenlemeyi de gerektirir. Bu düzenleme süreçleri pek tabii bedenin tüm yapısını saran network ağının, vejetatif sinir sisteminin regülasyonu ile mümkün. Tabi bu konu hem modern tıp hekimlerinin hem de kendisini sağlıkçı zanneden ve şifa kelimesini hafife alarak kullanan çok kişinin de elinde yanlış ve eksikDevamı için tıklayın
Mesane’nin Anatomisi
Üriner sistem, alt ve üst üriner sistem olarak sınıflandırıldığında; Mesane, sfinkterler ve üretra alt üriner sistemi oluşturur. Mesane detrüsör adı verilen düz kastan oluşur ve iki bölümü vardır:
1. Gövde: Mesanenin idrarı biriktiren esas kısmıdır.
2. Boyun: Gövdenin uzantısı olan, huni biçimli kısmıdır. Ürogenital üçgenin alt ve ön kısmından geçerek gövdeyi üretraya bağlar.
Mesane detrüsör kas lifleri mesane boyunca tüm yönlere dağılır ve kasılması mesanenin boşalması için esas adımdır. Kasıldığı zaman mesane içi basıncı 40-60 mmHg‘ya kadar artabilir. Mesane arka duvarında, mesane boynunun üstDevamı için tıklayın